Ben, Sen, Biz ve O, Üzerine Düşünceler
Ben, Sen, Biz ve O
İnsan kendini ayrı bir varlık olarak algılar. Bedeninin sınırları, isminin verdiği kimlik, dilinin şekillendirdiği düşünceler ona birey olduğunu hissettirir. Ancak bu bireylik bir yanılsamadır, daha doğru bir ifadeyle, sınırlı bir algının ürünüdür. Çünkü gerçekte "ben", sadece bana ait olan bir varlık değilim. İçinde bulunduğum bütün, beni ben yapan her şeyden daha derin bir hakikati taşır: Hepimiz aynıyız.
Bu "aynılık" fiziki benzerlik değil ontolojik bir birliktir. İnsanlar, farklı görünseler de, aynı bilincin farklı yüzleridir. Her birey, bir bütünün parçası değil bizzat bütünün ta kendisidir. Bu nedenle, "sen" dediğim kişiyle aramdaki fark yalnızca yüzeyde kalır. Derine indikçe, onun ben olduğunu, benim de onun olduğunu fark ederim.
Ayrı gibi görünen bilinçler, aslında tek bir varlıkta birleşir. Bu varlık, Tanrı olarak adlandırılabilir. Ancak burada Tanrı, aşkın ve ulaşılmaz bir otorite değil, içkin ve yaşayan bir gerçektir. O, her birimizde tezahür eder, biz onun aracılığıyla düşünür, hisseder, eylemde bulunuruz. Tanrı ile insan arasındaki ilişki bir üst-alt ilişkisi değildir. Aksine, Tanrı ve insan arasında bir özdeşlik vardır. Benliğimi ne kadar arındırırsam, o kadar Tanrı olurum. Varlığım ne kadar saflaşırsa, o kadar "O" olur.
Buradaki "Ben", bireysel ego değil evrensel bilinçtir. Ve "O", dışsal bir güç değil bu bilincin mutlak kaynağıdır. O hâlde "Ben", hem kendimim, hem de Tanrı. Aynı şekilde, "Sen" de öylesin. Aramızdaki sınır, sadece dilin ve algının ürettiği bir çizgidir.
İnsanlık, bu birliği unuttuğunda düşmanlık, yabancılaşma ve yalnızlık başlar. Oysa hepimiz aynı bilincin farklı ifadeleriyiz. Aynı bedende farklı uzuvlar gibiyiz. Bir elimiz acı çekerken, diğer elimizin bundan habersiz olması ne kadar absürtsa, bir insanın acısını başka bir insanın görmezden gelmesi de o kadar tutarsızdır. Çünkü o acı, bir şekilde hepimizin içinde yankılanır. Yeter ki kulak verelim.
Gerçeklik, ayrılığın değil birliğin üzerine kuruludur. "Sen bensin, ben de senim" demek, yalnızca şiirsel bir iddia değil ontolojik bir tespittir. İnsan, bu farkındalığa ulaştığında hem kendisini, hem de evreni farklı görmeye başlar. Bu farkındalık, ahlaki bir sorumluluk değil varoluşsal bir gerekliliktir. Çünkü insan, ancak başka bir insanla değil, onunla bir olduğunu fark ettiğinde tam anlamıyla insan olur.
Ve Tanrı, insanın tam da bu anda içinden konuşur.
Ben Senim, Sen de Bensin
Gözlerimi kapattığımda sınırlar eriyor. Ne adım kalıyor ne yüzüm, ne dilim ne milletim. Sadece varlık kalıyor, sadece ben… ama bu "ben", sadece bana ait değil artık. İçimde sen varsın. Dışımda da sen. Herkesin suretinde, her sözde, her suskunlukta sen.
Bir beden gibi dünya. Milyarlarca hücreyiz, ama tek bir ruh taşıyoruz. Kimi zaman el oluyoruz, kimi zaman göz. Kimi zaman yara alıyoruz, kimi zaman iyileştiriyoruz. Ama hep aynı varlığın parçalarıyız. Senin ne hissettiğini bilmesem de, hissettiğini hissediyorum. Çünkü senin acın bende yankı buluyor. Çünkü ben de senim.
Ve o… Tanrı… Tüm bu benliklerin ötesinde değil içimizde. Gökyüzünden değil seslenişi, vicdanımızdan, sevgimizden, şefkatimizden yankılanıyor. O, sadece yukarıda bir tahtta değil. Benimle, seninle, hepimizle beraber. Bizde doğuyor, bizde nefes alıyor. Tanrı, kendini insan kılığında seyrediyor. Sadece "O ve Ben" değiliz, "O, Ben ve Sen"iz.
İnsanlar arasında yükselen duvarlar —din, ırk, cinsiyet, sınıf— yalnızca gölgeler. Gerçek olan, birliğimiz. Birbirimize bakmayı öğrendiğimizde kendimizi göreceğiz. Senin gözlerinle baktığımda, kendime yabancı gelemem. Çünkü senden öte bir ben yok, benden başka bir sen de.
Zihinlerimiz ayrı gibi görünse de, bilinç derinlerinde birleşiyoruz. Sevgiyle. Acıyla. Umutla. Bir çocuğun kahkahasında da Tanrı var, bir annenin duasında da, bir yabancının tebessümünde de… çünkü tüm bunlar "benim".
Belki bu birlik, kelimelere sığmaz. Belki anlatılamaz. Ama hissedilir. Biri sustuğunda diğerinin kalbi sıkışıyorsa, biri güldüğünde diğeri de gülümsüyorsa, birliğin kanıtı budur.
Ben, seninle varım. Sen, benimle. Ve biz Tanrı’yla. Tanrı da bizimle. Ve aslında, belki de… hepimiz O’yuz. Ya da O, hepimiz.
İnsan, varoluşunun özünü kavramaya başladığında, birey olarak değil, bütünle bir varlık olarak yaşadığını fark eder. Bu fark ediş, tarih boyunca farklı kültürlerde ve düşünce geleneklerinde benzer şekilde ortaya çıkmıştır. Çünkü bu hakikat evrenseldir, yalnızca bir inanca, bir dile ya da bir millete ait değildir.
İslam düşüncesinin içsel damarında yer alan tasavvuf, bireyle Tanrı arasındaki sınırları aşmayı hedefler. Hallâc-ı Mansûr’un Ben Hakk’ım sözü, bu anlayışın zirvesidir. Yüzeyde bu söz küstahlık gibi algılansa da, özü çok daha derindir. Bireysel benliğin yok olması, Tanrısal benlikle özdeş hale gelmesidir.
Tasavvuf, insanın iç dünyasında yaptığı yolculukta, nefsini aşarak ilahi varlıkla birleşmesini anlatır. Burada amaç, Tanrı gibi olmak değil, Tanrı ile bir olmak, "ben" dediğimiz şeyin aslında Tanrı’dan başka bir şey olmadığını idrak etmektir. Mevlânâ’nın “Sen, ben değil misin işte, ben de sen değil miyim?” sorusu bu ontolojik birliğin şiirsel ifadesidir.
Antik Yunan felsefesinde ise Stoacılar, evreni "logos" (kozmik akıl) ile açıklamışlardır. Onlara göre, her şey bu aklın bir tezahürüdür ve insan da onun bir parçasıdır. İnsan aklı, evrensel aklın bir yansımasıdır. Dolayısıyla birey, yalnızca kendisi için değil, tüm varlık için yaşamalıdır. Stoacı bilgelik, kişinin bireysel tutkularını, bencil arayışlarını aşarak evrensel düzene uyum sağlamasını öğütler. Çünkü insan, doğası gereği bir bütünle ilişkilidir; onun dışında değil, içindedir.
Stoacılığın erdem anlayışı da buradan gelir. Başkası için iyi olan, benim için de iyidir. Başkasının acısı, benim de acımdır. Çünkü hepimiz aynı aklın, aynı evrenin farklı ifadeleriyiz. Bu nedenle Stoacılıkta özgecilik, sadece ahlaki bir öneri değil ontolojik bir zorunluluktur.
Bazı kuramlar, tıpkı internet ağı gibi, bilincin evrensel bir alanda paylaşıldığını ve bireylerin bu alandan geçici olarak "bağlı" olduğunu savunur. Tıpkı tek bir okyanustan alınmış su damlaları gibi… Her damla kendini ayrı zanneder, ama özünde hepsi aynı sudur. Bu bakış, antik mistik geleneklerle çağdaş bilimin buluştuğu noktadır.
Tüm bu düşünce sistemlerinin vardığı ortak yer şudur: Birey, bir yanılsamadır. İnsan, ayrı bir varlık değil bütünün bir ifadesidir. Tanrı, insanın dışında değil onun özündedir. Bilinç, yalnızca beyinle sınırlı bir fenomen değil evrenin dokusuna işlemiş bir gerçekliktir.
Senin varlığın, benim varlığımı yok etmez, aksine tamamlar. Aramızdaki bağ, sadece duygusal ya da sosyal değildir metafizikseldir. Ben senim. Sen de bensin. Ve biz, birlikte O’yuz.
Bir zamanlar izlediğim “Sense8” adlı dizi beni derinden etkilemişti. Ancak diziden geriye en çok zihnime kazınan söz şu oldu:
“Ben senim, sen de bensin. Ne bir eksik, ne bir fazla.”
Aynı zamanda "3 Cisim Problemi" dizisindeki uzayın derinliklerinden gelen üstün ırk. Bu ırkın yalandan korkması...
Bu cümle, bireylerin birbirine olan özsel bağını ve varoluşun birliğini öyle yalın ama güçlü bir şekilde anlatıyordu ki, hâlâ etkisini yitirmedi.
Buna benzer bir başka söz ise şuydu:
“Aynı denizin damlalarıyız.”
Bu tür ifadeler, bana sadece duygusal değil, felsefi ve metafizik bir hakikati de hatırlatıyor: Birlik.
Tasavvuf, bu birliğe dair derin bir sezgiye sahiptir. Tanrı’nın her varlıkta tecelli ettiğini kabul eder. Her şey O’ndandır ve sonunda yine O’na dönecektir. Bu anlayış, farklı geleneklerde farklı kavramlarla karşımıza çıkar.
Ben, kendi inancımı Kur’an’daki şu ifadeye dayandırırım:
“Ona kendi ruhumdan üfledim.”
Bu ayet, bana göre insanın özünde taşıdığı ilahi kıvılcımı, yani Tanrı’yla arasındaki doğrudan bağı ifade eder. İşte bu anlayış, benim Enerji–Ruh Hipotezi adını verdiğim düşünsel çerçevenin doğmasına sebep oldu.
Benzer şekilde, Antik Yunan felsefesinde özellikle Stoacıların evreni açıklamak için kullandığı “logos” (kozmik akıl) kavramı da bu hipotezime katkı sunar. Her ne kadar İslam tasavvufunun bazı mistik yönlerini (aslında tasavvufçuları) reddediyor olsam da, onun varlıkla Tanrı arasındaki ilişkiye dair sezgisel yaklaşımı da bu hipotezde bir yapı taşı olmuştur.
Sonuç olarak, Enerji–Ruh Hipotezim, tüm varoluşun özü itibarıyla tek bir kaynaktan beslendiği ve bu kaynakla daimi bir bağ içinde olduğu fikrine dayanır. Varlıklar, ayrı gibi görünse de, tıpkı aynı denizin farklı damlaları gibi, aynı özün parçalarıdır. Bu anlayış, bireysel benliği aşan, daha büyük bir bütünlüğe, daha derin bir birliğe işaret eder.
Bu bilincin farkındalığına her ne kadar varsam da, derin düşüncelerden çıkıp dünyevi problemlere döndüğümde sanki kayboluyorum.
Yorumlar
Yorum Gönder