Schopenhauer'in Sarkaç Düşüncesine Basit Bir Bakış: Bu Sallantıdan Kurtulmak Mümkün mü?
Schopenhauer'in Sarkaç Düşüncesine Basit Bir Bakış: Bu Sallantıdan Kurtulmak Mümkün mü?
Schopenhauer'e göre insan hayatı, bir sarkaç gibi "acı" ve "can sıkıntısı" arasında gidip gelir. Bir şeyi çok arzularız, elde edene kadar acı çekeriz. Elde edince de yeni bir arzu bulamazsak canımız sıkılır. Bu döngüden kaçış yok gibi görünse de, bu fikri sadece kötü bir kader olarak görmeyip, bir uyarı ve farkındalık çağrısı olarak da düşünebiliriz. Bu yazıda, Schopenhauer'in bu düşüncesini sadece anlamakla kalmayıp, onu eleştirel bir şekilde inceleyeceğiz ve bu karamsar bakış açısının ötesine geçmenin yollarını arayacağız. Schopenhauer, hayatı sürekli bir arzu ve tatminsizlik hali, acı ile can sıkıntısı arasında gidip gelen bir sarkaç gibi anlatır. Ama bu gerçekten de insanların kaçamayacağı bir "KADER" mi? Yoksa bu kaderi sadece fark etmek değil, değiştirmek de mümkün mü?
Kendini yönetemeyen, başkasının yönetimini "KADER" sanır.
Antipater of Tarsus
Schopenhauer'in Sarkaç Düşüncesi: Bir Uyarı Gibi
Schopenhauer'in karamsarlığı, insanların arzularının asla tam olarak karşılanamayacağına inanmasından gelir. Bu açıdan bakınca, onun düşüncesi bir çöküşü anlatmaktan çok, arzuların bizi nasıl etkilediğine dair bir uyarı gibidir. Çünkü arzular bizi adeta büyüler; bir hedef belirleriz, onun peşinden koşarız ve ona ulaştığımızda kısa bir süre mutlu olur sonra hemen yeni bir hedef buluruz. Bu zincirleme durumda, insan farkında olmadan hayatını arzularının peşinden sürüklenerek yaşar. Schopenhauer'in bu karamsar görüşü aslında sadece karamsarlık değil, insanın kendi içine dönmesini sağlayan bir uyarıdır. Arzular yerine geldiğinde çabucak boşluk oluşur; yerine gelmediğinde ise acı verir. Bu sallantı, hayatı sürekli bir eksiklik haline getirir. Ama bu düşünce sadece bir tespit değildir; aynı zamanda bir farkındalık çağrısıdır. Tatmin ve boşluk döngüsünü anlamak, bu döngünün esiri olmamak için ilk adımdır. Schopenhauer'in düşüncesi, bu döngüyü gözler önüne sererken insanın kendi arzularına nasıl kapıldığını gösterir ve dolaylı olarak içsel bir özgürleşmeye kapı açar.
Schopenhauer'in bu sarkaç gibi sallanma fikri, onun "İRADE" anlayışıyla doğrudan ilgilidir. Kant'tan etkilenerek dünyayı "göründüğü gibi" ve "olduğu gibi" diye ikiye ayıran Schopenhauer, iradeyi her şeyin özü olarak tanımlar. Bu irade kördür; ne amacı bilir, ne de yönü. İşte bu kör dürtü, insanı arzu döngüsünde bir tutsak haline getirir. Yani sarkaç, sadece psikolojik bir durum değil, varoluşun temel gerçeğidir.
"İRADE" her gün yeniden kazanılması gereken bir tahttır.
Justus Lipsius
Arzuların Büyüleyici Etkisi ve Dairesel Hareket
Sarkaç burada sadece iki uç arasında değil, aynı zamanda zihinsel bir bağımlılığın simgesidir. Bir arzunun tatmini, zihni geçici olarak uyuşturan bir dürtü gibidir. Tıpkı hipnoz gibi: Dışarıdaki bir şeye odaklanırsın, kendi içini unutursun. İşte bu yüzden, arzuların bu büyüleyici etkisinden korunmak, sadece ruh sağlığının değil, düşünce özgürlüğünün de temelidir.
Ama burada durmamalıyız. Eğer insan bu sarkacın sallantısına mahkum değilse, başka bir hareket şekli mümkün olabilir. İşte bu noktada bizim önerdiğimiz "dairesel hareket" fikri devreye girer. Dairesel hareket, sarkacın mekanik sallantısından farklı olarak, sürekli bir değişim, kabullenme ve denge halidir. Burada arzu bastırılmaz ya da yok edilmez; ama onun bizi yönetmesine izin verilmez. Tıpkı güneşin etrafında dönen bir gezegen gibi, arzuların çekim alanındayızdır ama kendi içimizde dengede kalmayı başarırız. Bu denge, bilinçli farkındalıkla, içe bakışla ve anlamlı alışkanlıklarla sağlanabilir.
Dairesel bir hareketin hayattaki karşılığı, duyguların iniş ve çıkışlarına rağmen sürekliliğini ve bütünlüğünü koruyan bir içsel duruştur. Bu, günlük hayatta şöyle olabilir: Maddi bir şey elde etmek yerine yapmaktan keyif almak, bir hedefe ulaşmaktan çok o yolda olmaktan hoşlanmak, dışarıdaki başarı yerine iç huzuru aramak... Örneğin bir yazar için kitabının basılması bir sonuç olabilir ama yazmanın kendisi dairesel bir harekettir; kendine döner, kendini tekrar eder ama bu tekrar bir gelişimi içerir.
Dairesel hareket, arzulara sahip olmayı değil, onların girdabına kapılmadan onlara yön verebilmeyi içerir. Arzular bastırılmaz ama sorgulanır; tatmin edilmezse yıkıcı olmaz, edilirse bağımlılık yaratmaz. Kendi etrafında dönen bu hareket, sabit bir merkez etrafında var olmak demektir. Bu merkez bazen bilinç, bazen iyi olma hali, bazen de anlam olabilir.
Dairesel hareket fikri, Doğu felsefelerinde –özellikle Taoizm'de– "Wu Wei" (eylemsizlik içinde eylem) ilkesine benzer. Arzuyu bastırmak değil, onunla çatışmadan akışa katılmak söz konusudur. Bu hareket biçimi, içsel bir dengeyle evrensel düzenle uyum içinde olmayı ifade eder. Aynı şekilde Zen Budizmi'nde de "şimdi"de kalmak, arzuların iniş çıkışına kapılmadan bir farkındalık halinde yaşamak önerilir. Dairesel hareket, bu öğretilerdeki gibi varlığın doğal akışıyla uyum halini simgeler.
Bu içsel değişim sadece bir fikir olarak kalmamalı. Günlük hayatta şu tür uygulamalar sarkaçtan kurtulmanın adımları olabilir:
* Günde birkaç dakika bilinçli nefes almak
* Arzuların nedenlerini sorgulayan yazılar yazmak
* Alışveriş alışkanlıklarını bilinçli olarak azaltmak
* Sosyal medyada geçirilen zamanı kısıtlamak
Bu tür farkındalık çalışmaları, sarkacın büyüleyici etkisini zayıflatabilir.
"Eğer dairesel hareket bir döngü yaratır derseniz sarkacı cebinize koyun."
"Sarkacı Cebine Koymak": Radikal Bir Felsefi Duruş
Bu yazının en dikkat çekici önerilerinden biri olan "sarkacı cebine koymak", arzularla başa çıkmanın sembolik bir anlatımıdır. Burada amaç arzuları bastırmak değil, onların üzerimizdeki otomatik etkisini durdurmaktır. Tıpkı bir hipnoz yapanın elindeki sarkaçı cebine koyması gibi, artık dışarıdan gelen şeyler bizi yönetmez. İçsel bir dengeye ulaşmak için, arzuya karşı gösterilen farkındalık, onu susturmak için yeterlidir.
Bu durumu somutlaştırmak gerekirse: Bir yazar, beğenilme arzusuyla yazarsa, her cümlede dışarıdan onay beklemenin baskısını hisseder. Ama yazmak onun için bir yaşam biçimi haline geldiğinde, sarkaç cebine konmuştur. Artık dışarıdan bir ödül yoktur; eylemin kendisi yeterlidir. Başka bir benzetmeyle, "sarkacı cebine koymak", arzulara sadece yön vermekle kalmayıp, onlardan zaman zaman tamamen özgürleşmeyi ifade eder. Bu, modern dünyanın dayattığı yapay ihtiyaçları sorgulamakla başlar: Gerçekten ihtiyacım var mı? Yoksa bu sadece toplumun beklentileriyle oluşan bir arzu mu?
Sarkacı cebine koymak; sosyal medyada beğeni aramaktan vazgeçmek, lüks göstermek yerine basitliğin özgürlüğüne yönelmek, kendini kanıtlama zorunluluğunu bırakmaktır. Aynı zamanda kendine şunu söyleyebilmektir:
"Yapmam gerekeni yaparım, yapamazsam da bunu kabul ederim." Bu kabul, pes etmek değil, arzularla tanımlanmayan bir özgürlük halidir. Tüketimin, hızın ve doyumsuzluğun çağında bu, radikal bir duruşa dönüşür.
Amaç, arzuları bastırmak değil; onların üzerimizdeki otomatik ve bilinçsiz etkisini durdurmaktır. Tıpkı bir hipnoz yapanın sarkaçla yaptığı gibi: Gözlerini sabitleyen, zihnini ele geçiren nesne, artık etkisiz hale gelir. Sarkaç cebine konmuştur ve kişi kendi merkezine geri dönmüştür.
Bu düşünceyi somutlaştırmak için bazı yaşam durumlarına ve pratik uygulamalara bakalım:
* Yazma Eylemi Üzerinden: Eğer bir yazar, yazarken sürekli beğenilme ve alkış alma arzusunun etkisi altındaysa, yazdığı her cümlede dışarıdan beklentilerin gölgesi hissedilir. Ama yazma eylemi onun için bir yaşam biçimi haline geldiğinde, dışarıdaki ödüller önemsizleşir. O anda sarkaç cebine konmuştur; yazmak kendi kendine yeter hale gelir.
* Tüketim Tercihleri Üzerinden: Yeni çıkan bir telefonu alma arzusu, çoğu zaman gerçek bir ihtiyaçtan değil, sosyal çevrenin dayattığı sembolik değerlerden doğar. Kişi, bu arzunun nedenini sorguladığında ve "gerçekten ihtiyacım var mı?" diye kendine sorduğunda, bu farkındalıkla birlikte arzunun gücü azalır. İşte bu da sarkaç etkisinin susturulmasıdır.
* Sosyal Medya Kullanımı Üzerinden: Beğeni, onay, görünürlük arzusu... Bunlar sosyal medya ile sürekli tetiklenen arzuların başında gelir. Ama bir kişi, bu arzuların farkına varıp içsel bir dengeyle içerik üretmeye ya da sosyal medyayı daha az kullanmaya başladığında, "sarkacı cebine koyar". Artık hareket dışarıdaki tepkilere değil, içsel değerlerine göre şekillenir.
Bu yaklaşım, sadece bireysel eylemlerde değil, dünya görüşünde de büyük bir değişimi temsil eder. "Sarkacı cebine koymak" aynı zamanda ve yukarıda dediğim gibi tekrar etmek gerekirse şunu söyleyebilmektir:
"Yapmam gerekeni yaparım. Yapamazsam da bunu kabul ederim."
Bu cümle, pes etmek değil, arzularla tanımlanmayan gerçek bir özgürlük halidir. Tüketimin, hızın ve doyumsuzluğun çağında bu, modern dünyaya karşı derin bir felsefi duruştur.
Karşılaştırmalı Bakış Açısı: Nietzsche, Buda ve Stoacılar
Schopenhauer'in yolundan giden ama onunla aynı fikirde olmayan filozoflara baktığımızda bu sarkaç düşüncesini yeniden değerlendirebiliriz.
Nietzsche, Schopenhauer'in aksine, arzuyu bastırmak yerine onu değiştirmeyi önerir. "Hayatı onaylama" fikri, arzuların yönünü değiştirme ve onlardan güç üretme önerisidir. Ona göre, istemek bir zayıflık değil, bir güç kaynağı olabilir; yeter ki bu arzu iyi şeyler için yönlendirilsin.
Buda ise arzunun doğrudan acının kaynağı olduğunu söyler. Dört Yüce Gerçek'in ilkinde, "dukkha" yani acıdan bahseder ve bunun temelinde arzu yatar. Ama Buda'nın yaklaşımı, arzuyu bastırmaktan çok, onun nedenini görmek ve sakin bir şekilde onun ötesine geçmeyi öğretir. Bu, "sarkacı susturmak" anlamına gelir.
Stoacı filozoflar –özellikle Epiktetos ve Marcus Aurelius– arzunun dışarıdaki şeylere bağlı olmasını eleştirir. Gerçek özgürlük, kontrol edilemeyen şeyleri arzulamamakta yatar. Onların öğretileri, "sarkacı cebe koymak" felsefesinin eski temellerini oluşturur. Stoacılar için mutluluk, arzuya ulaşmakla değil, onun gerekliliğini aşmakla ilgilidir.
Arzu: Gelişim mi, Kölelik mi?
Şu soruyu sormak gerekir: Arzular gerçekten bizi geliştirir mi?
Evet, bazı arzular –özellikle öğrenme, yaratma, anlama arzusu– insanın gelişimine katkı sağlayabilir. Ama bu arzular bile takıntı haline geldiğinde, insanı yorabilir. Bir fikrin peşinden koşmak, onu saplantı haline getirmekle sonuçlanabilir. Bu yüzden mesele arzunun varlığı değil, arzuya karşı takınılan bilinçli tavırdır. Arzunun kölesi olmakla, onu değiştiren kişi olmak arasındaki fark tam da buradadır. Başka bir açıdan bakıldığında ise arzular tamamen kötü görülmemelidir. Arzu, insanı harekete geçiren, onu geliştiren, yaratmaya yönelten temel güçlerden biridir. İnsanın sanatı, bilimi, ilişkileri hatta içsel değişimi bile çoğu zaman bir arzunun sonucudur. Öğrenme arzusu, anlama arzusu, sevilme ihtiyacı... Bunlar olmadan insan pasif bir varlığa dönüşebilir.
Bu noktada önemli olan, arzunun ne tür bir arzu olduğudur. Dürtüsel, dış kaynaklı, tüketime yönelik arzular bizi sarkacın esiri yaparken; bilinçli, içsel gelişime yönelik arzular bizi değiştirebilir. Yani arzu, hem esaretin hem de gelişimin kaynağı olabilir. Sarkaç bu yüzden sadece yıkım değil, eğer farkında olunursa bir öğrenme süreci de olabilir.
Bu Sallantının Ötesinde Bir İnsanlık Mümkün mü?
Schopenhauer'in sarkaç düşüncesi, arzunun kaçınılmazlığıyla şekillenen bir kader önerir: İnsan, acı ile sıkıntı arasında sallanmaya mahkumdur. Bu bakış açısı, varoluşu karamsar bir döngüye hapseder. Ama bu döngüyü fark etmek, onun ötesine geçmenin ilk şartıdır. Çünkü farkındalık, zincirin ilk halkasını çözer.
Bu yazı, Schopenhauer'in sarkacını sadece kötü bir olay değil, aynı zamanda bir uyarı olarak ele aldı. Sarkaç, arzuların yönettiği zihnin bir simgesidir ve onu cebine koymak, sadece arzularla yüzleşmek değil, onları değiştirerek aşmak anlamına gelir. Dairesel hareket düşüncesi, bu aşmanın olumlu ve yapıcı bir şekli olarak sunulmuştur: Kendine dönen ama durmayan, gelişen ama kendini kaybetmeyen bir yaşam biçimi.
Nietzsche'nin hayatı onaylayan "değiştirici arzu" fikri, Buda'nın arzuya karşı sakin farkındalık öğretisi ve Stoacıların iç huzuru – hepsi, sarkaçtan kurtulmanın farklı yollarını sunar. Bu yolların ortak noktası, arzunun otomatik etkisinden özgürleşmektir. Ne bastırmak ne de körü körüne izlemek... Bilinçli, dengeli ve anlam odaklı bir tutum.
Schopenhauer'in sarkaçı, nihayetinde irademizin ve arzularımızın karmaşık dansını yansıtır. "İstenç," o kör ve durmak bilmeyen yaşam gücü, bizi sürekli yeni arzulara iterken, "irade" ise bu arzulara karşı bir seçme ve yönlendirme gücü sunar. "Sarkacı cebimize koymak" metaforu, işte bu noktada devreye girer: İrademizi kullanarak, istenç'in bizi sürüklediği arzu döngüsünün otomatik etkisinden kurtulmak. Mesele, arzuları tamamen yok etmek değil, onlara bağımlı olmamak, onların esiri haline gelmemektir. Belki de gerçek huzur, her arzuya ulaşmak yerine, arzuya duyduğumuz ihtiyacı azaltarak, içsel bir dengeye ulaşmaktan geçer. Sarkaç her zaman sallanmaya devam edebilir, ancak biz, irademizle o sallantıya artık kayıtsız kalmayı öğrenebiliriz. Bize arzularımızın ve yaşam enerjimizin (istenç) sürekli bir devinim içinde olduğunu gösterir. İrade ise bu devinime karşı bir denge noktası, bir seçim mekanizmasıdır. Önemli olan, istenç'in bizi kontrolsüzce bir o yana bir bu yana savurmasına izin vermek yerine, irademizle bu salınımın etkisini azaltmaktır. Böylece arzularımız var olmaya devam etse de, onların esiri olmadan, daha bilinçli ve dengeli bir yaşam sürebiliriz.
Sonuç olarak, "bu sallantıyı aşmak" mümkündür. Bunun için modern insanın, arzularını sorgulaması, değerlerini yeniden oluşturması ve kendi merkezine dönmesi gerekir. Tüketimin kışkırttığı yapay arzularla değil, anlamın çağrısıyla yaşamak... İşte gerçek özgürlük burada başlar.
Terimlerin Üzerine Tanımlar
"İstenç" terimi, özellikle filozof Arthur Schopenhauer'in felsefesinde merkezi bir yer tutar. O'na göre istenç, tüm evrenin temelindeki kör, irrasyonel ve sürekli çabalayan bir güçtür. Bu sadece insanlarda değil, doğada, hayvanlarda ve hatta cansız nesnelerde bile kendini gösterir.
İstenç, bilinçli bir amaç veya niyet taşımaz. Sadece sürekli bir tatmin arayışındadır, ancak bu tatmin asla tam olarak sağlanamaz. Bu nedenle yaşam, Schopenhauer'e göre sürekli bir acı ve tatminsizlik döngüsüdür.
İstenç, bireysel arzuların ve dürtülerin kaynağı olarak da görülebilir. Bizim açlık, susuzluk, üreme gibi temel ihtiyaçlarımız ve daha karmaşık isteklerimiz, bu temel istenç gücünün farklı tezahürleridir.
İrade (Genel Anlamda):
"İrade," genel olarak bir kişinin bilinçli olarak karar verme ve bu kararları eyleme dönüştürme yeteneğini ifade eder. Bu, düşünerek, tartarak ve seçenekler arasından birini seçerek yapılan bilinçli bir süreçtir.
İrade, kişinin kendi davranışlarını kontrol etme, dürtülerine karşı koyma ve uzun vadeli hedeflere ulaşma kapasitesini içerir.
İrade, istenç'ten farklı olarak bilinçli bir yönlendirme ve amaç içerir. İstenç kör bir güçken, irade bu gücü belirli amaçlar doğrultusunda kullanma yeteneğidir.
Elbette, her zaman irademizle düşünüp taşınıp karar vererek hareket edemeyiz. Bazen anlık gelişen olaylar, beklenmedik durumlar veya dışarıdan gelen ani etkiler karşısında, irademizin tam kontrolü dışında tepkiler verebiliriz. Örneğin, yolda yürürken aniden bir ses duyduğumuzda irademiz devreye girmeden irkiliriz. Ya da bir arkadaşımız bize sürpriz yaptığında, o anki şaşkınlık ve sevinç tepkimiz tamamen o anın etkisiyle oluşur. Bu tür durumlarda, davranışlarımız daha çok o anki şartların ve duygusal tepkilerimizin bir sonucu olarak ortaya çıkar. İrade, daha çok uzun vadeli planlar yaparken, bilinçli tercihlerde bulunurken ve dürtülerimizi kontrol etmek isterken devreye girer.
Arzu:
"Arzu," bir şeye duyulan güçlü istek veya özlemdir. Bu istek fiziksel bir ihtiyaç (yemek, su gibi) olabileceği gibi, duygusal (sevgi, onay gibi) veya maddi (para, eşya gibi) bir şey de olabilir.
Arzular, insan davranışlarını motive eden önemli bir faktördür. Bir şeyi arzu etmek, o şeyi elde etmek için çaba göstermemize neden olabilir.
Ancak arzular, tatmin edilmediklerinde acıya ve hayal kırıklığına da yol açabilirler. Schopenhauer'in sarkaç metaforunda bahsettiği gibi, arzu tatmin edildiğinde geçici bir mutluluk sağlasa da, kısa süre sonra yeni bir arzu ortaya çıkar.
Özetle, Schopenhauer'in felsefesindeki istenç evrenin temelindeki bilinçsiz ve sürekli çabalayan güçken, irade bireyin bilinçli karar verme ve eyleme geçme yeteneğidir. Arzu ise bu temel güçten veya bilinçli tercihlerden kaynaklanabilen güçlü isteklerdir.
Gerçek özgürlük, arzuların peşinden koşmakta değil, onlara ihtiyaç duymamaktadır.
Ve belki de huzur, hiçbir şeye sahip olmakla değil, hiçbir şeye bağlanmamakla başlar.
Ve son bir şey:
Belki de mesele sarkacı durdurmak değil, ona artık ihtiyaç duymamaktır.
Yorumlar
Yorum Gönder