İnsan duyguları üzerine

 İnsan; cinsel dürtü, kabul edilmeme, davranışsal bozukluklar karşısında tepkisiz kalınması ve bu durumun bir kabullenme olarak algılanması, açgözlülüğün doğurduğu arzuların onu çökertmesi, ilkel ve hayvani duygularının açığa çıkmasına zemin hazırlayan etkenlerle şekillenir. İnsan, yapay, gözle görülür ve hissedilir arzuları sever, yalnızca düşüncede oluşan etkileşimsizlik onu tatmin etmez. Bu durum, bireyin “yazılımı”nın hangi doğrultuda şekillendiğine bağlı olarak davranışlarını belirler.


Birçok insan, içindeki dürtüleri bastırmakta başarılı olduğu ya da çekingen davrandığı için, toplumun çöküşü şimdilik ertelenmiş durumdadır. Dünyada tamamen suçsuz olan tek bir insan yoktur, suçsuzluk diye bir şeyin varlığı da mümkün değildir. Suça zemin hazırlayan temel etkenler arzular, çaresizlik ve öfke kontrolsüzlüğüdür.


Toplumların bireyselleşmeye yönelmesi, olaylar karşısında tepkisiz kalması, ayıplamama ve hor görmeme gibi yaklaşımlar, kültürel çözülmenin ve toplumsal felaketin başlıca sebeplerindendir. En basit görünen bir yalan bile bir canavarı tetikleyebilir, hatta yaratabilir. Her insan bir şeytan, her insan bir melektir.


Ancak, toplumsal araçlar, gereçler ve doğru bir eğitimle bu sorunlar “görmezden gelinmeyecek” düzeye indirgenebilir. Zira görmezden gelmek de bir suçtur ve suça ortak olmaktır. Tüm bunlar dikkate alındığında, toplumumuzun (ülkem özelinde) büyük oranda kültürünü yitirmiş olduğu gerçeğiyle yüzleşmek kaçınılmazdır.


İnsan, varoluşunun ilk anlarından itibaren, içgüdü ile bilinç arasında gerilmiş bir köprüde yürür. Bu köprüde, cinsel dürtülerin itkisi, kabul görmeme kaygısı, davranışsal sapmaların görmezden gelinmesi ve bunun bir tür meşruiyet gibi algılanması, kişiyi içsel bir çözülüşe sürükler. Açgözlülüğün doğurduğu doyumsuz arzular, insanı kendine yabancılaştırır, ilkel benliğin hayvani dürtülerine kapı aralar. Bu bir kültürel mutasyondur — insani olandan hayvani olana evrilen bir sapma.


Oysa insan, yalnızca düşüncede kurulan ve soyut kalan bağlarla tatmin olmaz. O, hissedilebilir, görünür, etkileşime açık arzuları sever. Bu yönelim, onun yazılımının —ya da daha doğru bir deyişle— öz iradesini biçimlendiren içsel kodlarının ereksel yapısıyla doğrudan ilişkilidir. Erek, insanın yöneldiği nihai amacı belirlerken, bu amacın araçlarla olan ilişkisi yozlaştığında, birey hem kendine hem topluma karşı körleşir.


Toplumsal sözleşmenin temelinde, bireyin içsel dürtülerini denetlemesi ve ortak yaşamın gereklerine göre şekillenmesi yatar. Ancak, birçok birey dürtülerini bastırmakta ya da toplumsal cezadan duyduğu korkuyla içindekini dışa vurmamaktadır. Bu bastırma hali, geçici bir denge yaratır, fakat aynı zamanda birikmiş enerjinin patlamaya hazır bir hale gelmesine de neden olur.


Etimolojik kökenine indiğimizde “suç” kelimesi, bir sınırın aşılması anlamına gelir. Bu sınır, sadece hukuki değil, ahlaki, kültürel ve vicdani düzeyde de tanımlanabilir. Bu yüzden dünyada tamamen suçsuz bir insan yoktur. Suça teşkil eden öncüller, bastırılmış arzular, çaresizlik içinde debelenen benlik ve öfkenin kontrolsüz akışıdır. Bu üçlü, bireyi içten içe kemiren bir ur gibi çalışır.


Toplumların bireyleşme adı altında yaşadığı yalıtılmışlık, artık bir gelişme değil bir çöküştür. Tepkisizlik, ayıplamamanın yüceltilmesi, tüm değer yargılarının “bireysel tercihlere saygı” kisvesi altında çözüme uğraması, kültürel reflekslerin silinmesine ve ortak vicdanın ölümüne sebep olur. En basit yalan bile, bu yıkımın katalizörü olabilir, görünmez bir kötülüğün fitilini ateşleyebilir. Zira her insan bir meleği ve bir şeytanı kendi içinde taşır. Bu ikilik, eğitilmemiş bir bilinçte yalnızca rastgele ortaya çıkar.


Bir kusursuz toplum sözleşmesinde, birey sadece hak talep eden değil, hakların ağırlığını taşıyacak bilinçte bir varlıktır. Toplumsal araçlar, sistemler ve doğru bir eğitim, insanın içindeki karanlığı bastırmak değil, onu anlamak ve dönüştürmek için kullanılmalıdır. Görmezden gelmek, yalnızca bir suskunluk değil, eylemsiz bir suç ortaklığıdır.


Bugün, yüzleşmemiz gereken gerçek şudur: Toplumumuz, kültürel kodlarını büyük oranda yitirmiştir. Etimolojik ve felsefi köklerinden kopmuş her kavram, yozlaşmanın habercisidir. Kusursuz bir toplum sözleşmesi, özgür iradenin denetimli, bireyselliğin sorumlu, eğitimin ise ereğe yönelik olduğu bir düzenlemeyle mümkündür. Ve belki de, yeniden başlamanın ilk adımı, bu çöküşle dürüstçe yüzleşmekten geçer.



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Schopenhauer'in Sarkaç Düşüncesine Basit Bir Bakış: Bu Sallantıdan Kurtulmak Mümkün mü?

Ben, Sen, Biz ve O, Üzerine Düşünceler

Zihni Hadım Etmek Üzerine