İktidarların Kibri Üzerine
Tahtın Kibri ve Aynadaki Yalnızlık
İktidar, çoğu zaman aynada kendini seyreden bir hayaldir. Gücün etrafında örülen alkış çemberi içinde, gerçek çürümeye başlar. İktidarda olan kişi, her sabah aynaya baktığında bir halk görmesi gerekirken yalnızca kendini görür; çünkü iktidarın aynası, gerçeği değil, narsizmi yansıtır. “Ben yaptım, ben ettim” sözleri de işte bu çarpık aynanın dilidir. Bu cümle, halkı silen, emeği unutan, tarihle alay eden bir cehaletin ilanıdır.
Ne zaman ki bir lider "ben" demeye başlar, orada "biz" ölmüştür. O andan itibaren halk, sadece bir alkış makinesidir; kurumlar birer kukladır, yasalar bir dekor; liyakat ise hatırlanmayan bir efsanedir. Oysa nehirler tek damlayla akmaz. Bir şehrin ışıkları bir parmakla yanmaz. Ülke, bir kişinin kafasındaki hayalle değil, milyonların alın teriyle yürür. Ama iktidar, aynasını her gün cilaladığında bu gerçekleri unutur. Çünkü güç, unutuşun en zehirli biçimidir.
Bir liderin "ben" demesiyle başlar çürüme. “Ben getirdim, ben yükselttim, ben çözdüm” sözleri, iktidarın yalanla dansıdır. Oysa gerçekte o ‘ben’, sadece bir dalgadır; halkın okyanusunda bir köpük. Ama kibir, dalgayı okyanus sanır. Ve bu yanılgı, liderin aklını saray duvarlarının içinde boğar. Her karar doğru görünür, her eleştiri hainlik, her uyarı bir sabotaj. Artık tahtta oturan biri yoktur; tahtın kendisi konuşmaktadır.
Bu kibir, tarihi inkâr eder. Oysa tarih bize şunu fısıldar: Hiçbir iktidar ebedi değildir, hiçbir lider halktan büyük değildir. Yıkılan her imparatorluk, önce liderinin benliğinde büyüttüğü tanrı rolüyle çöker. Tanrılık oynayanlar, en sonunda birer put olurlar; halkın öfkesinde paramparça edilen putlar.
Sistemin akışını kendi lütfu gibi gösteren bir iktidar, kurumları sadece birer vitrine çevirir. Meclis yalnızca el kaldıran ellerden ibaret kalır. Bilim susturulur, sanat yeraltına çekilir, ahlak bir slogana dönüşür. Ve iktidardaki kişi, "ben her şeyi yaparım" dediği noktada, aslında hiçbir şeyi anlayamadığını ilan etmiştir. Çünkü gerçek liderlik, gölgede kalabilme olgunluğudur. Öne çıkmak değil, yol açmaktır. “Ben yaptım” değil, “biz başardık” diyebilmektir.
Ama işte o "ben" kelimesi var ya… O, iktidarın çıldırdığı andır. O kelimeyle birlikte akıl gider, sağduyu susar. Düşmanlar yaratılır, halk kutuplaştırılır, medya bir kurşun asker gibi hizalanır. Çünkü iktidarın kibrine boyun eğmemek, artık bir suç haline gelmiştir. Oysa gerçek suç, halkı unutmaktır. Gerçek suç, tarihi çarpıtmaktır. Gerçek suç, “ben”le başlayıp “biz”i öldürmektir.
Kendine güç atfedenin dili, zamanla gerçeğin üstünü örten bir perdeye dönüşür. Bu perdede ne adalet görünür, ne hakikat. Perdeler kapandıkça tiyatro devam eder, ama seyirciler salonu çoktan terk etmiştir. Sadece alkışçılar kalır geriye; maaşlı, korkulu, sessiz. Oysa gerçek liderlik, boş salonlarda bile sözüne sadık kalmaktır.
İktidarın en sinsi özelliği, bir süre sonra kendini hak zannetmesidir. O koltukta oturan kişi, sanki doğuştan seçilmiş gibi davranır. Oysa her yetki, emanettir. Emanet ise bir günde gelir, bir cümlede gider. Ama kibir, bunu anlamaz. Kibir, kendini tarihten, halktan, hatta ölümden bile üstün görür. "Ben olmazsam her şey yıkılır" diyen ağızlar, aslında kendi çöküşünün habercisidir.
Çünkü hiçbir düzen, bir kişinin kudretiyle yürümez. Ne bir ülke tek bir beyinle, ne de bir toplum tek bir elin yönüyle ilerler. Toplum; öğretmeniyle, çiftçisiyle, doktoruyla, yazarıyla, öğrencisiyle, işçisiyle bir bütündür. Ve bu bütünlük, bir kişinin vizyonuna indirgenemez. Kim ki kendini halkın üstünde görür, o artık halktan değildir. Çünkü halk, sadece etten ve kemikten değil; geçmişten, acıdan ve dirençten oluşur. Bu bileşimi görmeyen her iktidar, kendi yıkımını inşa ederken kibirle süslenmiş duvarlar örer.
Gücün sarhoşluğu, yalnızca düşmanı değil, dostu da unutturur. İktidarlar, en çok dostlarının suskunluğuyla düşer. “Yanlış yapıyorsun” diyenin sesi kısıldığında, “doğru yoldasın” diyen dalkavuklar çoğalır. Ve işte o an, liderlik biter; yerine bir gösteri başlar. Bu gösteri, yaldızlı kelimelerle süslenmiş bir boşluk tiyatrosudur. Herkes rolünü oynar; sadece gerçek kaybolur.
Ne acıdır ki; bazı rejimler, kendi yıkımını başarı zanneder. Ekonomik çöküşler "büyüme", toplumsal baskılar "düzen", ifade kısıtlamaları "birlik" olarak sunulur. Bu bir illüzyondur; fakat kalabalıklar kandırıldıkça, bu illüzyon gerçek gibi yaşanır. Ta ki hakikat, en sessiz çığlığıyla kapıyı çalana dek…
Zira hakikat gecikir, ama asla unutmaz. En parlak iktidarlar, en karanlık yanılgıların içinden doğar. Kibirle yükselen her duvar, bir gün yıkılır. Çünkü tarih, yalnızca zaferleri değil, kibrin doğurduğu enkazları da yazar. Ve bu yazı, taşlara kazınır. Unutmak isteyenlere inat, her kuşakta yeniden hatırlatılır.
Unutulmamalıdır ki: hiçbir halk, sonsuza kadar kandırılamaz. Hiçbir yalan, ölümsüz değildir. Ve hiçbir "ben", bir halkın iradesinden büyük değildir. “Ben yaptım, ben ettim” diyenin sesi ne kadar yüksekse, düşüşü de o kadar yankılı olur. Çünkü hakikat, eninde sonunda gelir. Ve o gün geldiğinde, sahnede kimse alkışlamaz.
Tarihin mezarlığı, “ben yaptım” diyenlerin anıtlarıyla doludur. Kimisi mermerden saraylara, kimisi meydanlara dikilen heykellere hapsolmuş; kimisi ise halkın belleğinde kara bir leke olarak kalmıştır. Onların ortak özelliği, kendilerini zamandan ve halktan üstün görmeleridir. Ama zaman, kendini tanrı sananları tanımaz. Ve halk, bir gün uyanır. Çünkü hiç kimse, ebedî uykularda kalamaz.
Bak Roma'ya: Sezar öldüğünde arkasından yas tutanlar değil, "artık özgürüz" diyenler çoğunluktaydı. Gücü halktan çok kendi egosuna hizmet ettirdiği için, hançerler dostlarının ellerinden çıktı. Çünkü iktidarın kibri, dostluğu da zehirler. Kibirli bir lider, etrafını dalkavuklarla doldurur; o dalkavuklar da ilk fırtınada gemiyi terk eder. Gerçek sadakat, sadece hakikate duyulan sadakattir; kişiye değil.
Yahut Fransız Kralı XVI. Louis. “Devlet benim,” dedi bir öncülü; o ise kafasını sehpaya teslim ederek devleti halkın eline bıraktı. Saraylar inşa etti, sofralar donattı, ama halkın sofrasında bir parça ekmek bile yoktu. Kraliçe'nin, “Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler” cümlesi, sadece sınıfsal bir cehaleti değil, aynı zamanda iktidarın halktan ne kadar koptuğunu da gösteriyordu. O cümleyle bir rejim çöktü. Çünkü kibir, sarayların içinde yankılanırken, sokakta öfke birikiyordu.
Ve daha yakına gelelim: 20. yüzyılın totaliter rejimleri… Mussolini, Hitler, Stalin… Her biri, halkın yorgun umutlarını kendi kibirli tahayyülleriyle zehirlediler. “Ben kurtaracağım” dediler. “Ben inşa edeceğim.” Ama o inşa ettikleri şey, özgürlük değil; korkuydu. Özgürlük meydanlarını nutuk kürsülerine, okulları propaganda merkezlerine, insanı ise yalnızca itaate zorlanan birer gölgeye dönüştürdüler. Halk sustu, çünkü korku hâkimdi. Ama susturulan her söz, birikir; sonunda bir çığlığa dönüşür.
Felsefe bize ne söyler bu konuda?
Platon’un “Devlet”inde bile filozof-kral düşüncesi vardır, evet. Ama o kral, bilgeliğiyle öne çıkan biridir; gücünü dayatan değil, hakikati taşıyan. Kibirden değil, tevazudan doğan bir yönetişim önerilir. Aristoteles ise daha ileri gider: Yönetim, bir kişinin erdemi üzerine değil, kurumların işleyişi üzerine kurulmalıdır. Çünkü bireysel erdem geçici, kurumsal akıl ise kalıcıdır. Kibirli liderin bir anlık öfkesinin nelere mal olabileceğini, en iyi tarih değil; filozoflar sezmiştir.
Kant’a göre, insan bir amaçtır; araç değil. Ama iktidarın kibri, insanı birer rakama, birer seçmen dosyasına, birer afiş figürüne indirger. Ve işte bu indirgeme, insan onuruna vurulmuş en ağır darbedir. İnsan, artık kendi geleceğini belirleyen bir özne değil, gücün şekillendirdiği bir nesnedir. Bu da sadece siyaseti değil, ahlakı da çürütür.
Toplum, yavaş yavaş suskunlaşır. Çünkü iktidarın kibri, sadece kendini değil; halkı da kandırır. Halk, bir süre sonra kendi acısını bile alkışlamaya başlar. Bu, tiranlığın başarı anıdır. Ama aynı zamanda çöküşün başlangıcıdır. Zira halk, her ne kadar geç kalsa da gerçeği eninde sonunda görür. Ve hakikatin en tehlikeli tarafı şudur: Uyandığında neyi yutacağını seçmez.
Kibirli iktidarlar, her zaman halkın hafızasını küçümser. “Unuturlar,” derler. Ama halk, acıyı unutmaz. Ekmek kuyruğunu, susturulan gazeteyi, içeri alınan öğrenciyi, konuşmaktan korkan öğretmeni unutmaz. Ve bu hafıza, bir gün iktidarın önüne duvar gibi dikilir. Çünkü hafıza, en geç uyanan ama en kuvvetli tokadı vuran güçtür.
"Kibire kapılan her iktidar, halkın sessizliğini zafer sanır; oysa o sessizlik, fırtınanın sabrıdır."
Yorumlar
Yorum Gönder