Gazzâlî üzerine eleştiri.
Gazzâlî üzerine eleştiri.
el-Münkız Mine'd-Dâlal (Hakikat Arayışı) Üzerine
Gazzâlî'nin Hakikat Arayışı kitabını okuyorum, kelamcıların Allah tarafından sünnet'e aykırı olanları ortaya çıkartmakla görevlendirdiğini (gönderdiğini) iddia etmekte, hatta daha ileri gidip sünnet' i savunarak töz, araz incelemelerinde bulundular. Ehl-i sünnet bu safhalarda bir hakikat arayışı olsada o da bir çok şey gibi yozlaşmış ve günümüzde ayrı bir din hâlini almıştır.
Gazzâlî'ye göre islam filozoflarıda sapıtmıştır, İbn Sina, Farabi gibi, Aristoteles'i anlayan ve aktaran bu filozoflarda diğerleri gibi bir noktadan sonra matematik ilminin keskinliği ve mutlaklığı ile hakikatten uzaklaşmış, Tanrı ile hakikati küçümsemiş ve diğer filozoflar ile birlikte hakikatten uzak görmüştür.
Matematik ve mantığı din'e aykırı değil; bilakis karşı çıkmak ve inkâr etmenin büyük bir suç olduğunu belirtmiştir. Lakin İslam dan dahi önceki meselelerde Gazzâlî, diğer tüm filozofların herhangi semavi dine bağlı olmayıp kendi düşüncelerinden, deneylerinden, uğraşlarından çıka gelen felsefi düşünce, gerek materyalist, gerek doğa ilimleri ve metafizik konusu olsun hepsini zındık, haktan sapan ve ahiret gününü inkarcı olarak nitelendirmiştir.
Bu eleştiri ve saldırılarını yalnızca Hristiyan, Yahudi ve Müslüman filozoflar çervesinde yapmış olsaydı hak verebilirdim. Dediğim gibi, döneminin öncekilere baktığımızda felsefe ile uğraşan kimseler çoğunlukla müslüman filozoflardı, sonraki dönemlerde önce Hristiyan sonrasında Yahudi felsefeciler belirgin olarak ortaya çıkmaktadır.
Okumamın devamında Ahlâk İlimleri bölümünde filozofların nefsin huylarını ve özelliklerini belirleyip nasıl mücadele edeceklerine dair ilimleri, sözleri Sûfîlerden aldığını iddia etmekte. Buradan anlıyorum ki, Gazzâlî islam öncesi filozoflardan değil, sonraki dönem filozoflarını hedef almış ve bazı konularda eleştirmiştir. Lakin Sûfîlerin her zaman var olduğunu belirtmek gibi bir heyecana, zorunluluğa veya aldatmacaya varmış olması tüm filozofları kapsamakta olup bahsettiği bir çok eleştiride haksız olduğunu göstermekte.
Gazzâlî hemen her konudaki ilim olsun, güzel söz olsun tüm bunları Allah'ın gönderdiği peygamberlere ve dolayısıyla İslam’a atfeder. Hatta sûfîlerin, Kur’an’da bahsi geçen Ashâb-ı Kehf’ten yola çıkarak her daim var olduklarını ve güzel söz ile düşüncelerin filozoflara aslında onlardan aktarıldığını söylemesi, tarihsel sürekliliği ve insan aklının evrimini göz ardı eden bir yaklaşım sergiler. Bu paragrafta üzülerek belirtmeliyim ki kendisine kesinlikle katılmıyorum. Çünkü bu, hem tarihsel gerçekliklere hem de evrensel akla haksızlıktır.
Felsefe, insanın varlıkla olan ilişkisini anlamaya çalışırken peygamberlik kurumuna bağlı bir öğreti olmamıştır; Sokrates de, Konfüçyüs de, Buda da vahiy iddiasında bulunmamıştır ama insanlık tarihinde Gazzâlî’nin işaret ettiği güzelliklere eşdeğer hatta kimi zaman onlardan daha derin düşünceler bırakmışlardır geriye. Bu yüzden her güzel sözün ya da her doğru düşüncenin yalnızca ilahi kaynaklı olduğu iddiası, insan aklını küçümsemek ve onu yalnızca bir aracıyken bile olmaktan çıkarmak demektir.
Ayrıca bu görüş, insanın içsel arayışını ve aklî keşiflerini gölgelemekte, onu yalnızca nakilci bir varlık olarak tasvir etmektedir. Oysa hakikat, sadece gönderilenle değil; arayanla, sorgulayanla, acı çekenle, düşünenle ve bilenle tamamlanır. Bu bağlamda Gazzâlî’nin, felsefeyi dışlayarak yalnızca ilahi olana yönelmesi, onu bir ölçüde mistik sezgiciliğe mahkûm etmiştir. Allah insanı akıl ile donatmış ve onu yeryüzünde bir halife kılmıştır. Bu akıl, vahyi anlamak kadar, yaratılışı tefekkür etmek, hakikate dair kendi içinde de arayışa çıkmak için verilmiştir. Peygamberlerin getirdiği hakikat elbette nihai rehberdir; ancak bu, vahyin dışında hiçbir güzel sözün, hiçbir doğru düşüncenin olmayacağı anlamına gelmez. İnsanlık tarihi boyunca pek çok kavim, kendi içinde hikmetli sözler ve anlamlı düşünceler üretmiş; bu da Allah’ın “her kavme bir uyarıcı gönderdiği” hakikatinin bir tecellisi olarak görülebilir.
Felsefi düşüncenin bazı yönleri, imanla çelişmeyen hatta onu derinleştiren bir tefekkür alanı oluşturabilir. Gazzâlî’nin haklı olarak eleştirdiği bâtıl fikirler ile hikmete dayalı düşünceleri birbirinden ayırmak gerekir. Çünkü Allah dilerse hikmeti dilediğine verir; bu hikmet bazen bir mü’minin kalbinde, bazen de başka bir coğrafyada, başka bir dilden dökülen bir sözde tecelli edebilir.
Bu sebeple, her hakikati yalnızca tek bir kaynağa indirgemek, ilahi kudretin tecellilerini daraltmak olur. Gazzâlî’nin amacı vahyi yüceltmek olsa da, insan aklının ve tefekkürünün değersizleştirilmesine sebep olacak her düşünceyi temkinle karşılamak gerekir. Çünkü iman da akıl da, Allah’ın kullarına birer nimeti ve emaneti olarak birlikte yaşar.
Kendisi derin bir düşünür, bir âlim ve İslam dünyasının en etkili entelektüellerinden biri olmasına rağmen, Gazzâlî’nin felsefeye ve filozoflara yönelttiği eleştiriler, tarihin akışı içinde hem düşünsel gelişimin hem de özgür sorgulamanın önüne set çekmiştir. Gazzâlî, özellikle “al-Münkız Mine'd Dalâl” adlı eserinde, Farabî ve İbn Sînâ gibi İslam felsefesinin zirve isimlerini hedef alarak onların bazı görüşlerini küfürle itham etmiş ve bu görüşleri reddetmenin bir inanç meselesi olduğunu ileri sürmüştür. Buradaki problem, bir fikirle entelektüel mücadele vermek değil, o fikri mutlak sapkınlıkla eş tutarak düşünsel çoğulculuğu yok saymaktır.
Gazzâlî, felsefecilerin söylemlerini “tehlikeli” bulurken, aslında en büyük tehlikeyi kendi yöntemiyle ortaya koymuştur. Çünkü fikirle mücadele edilmesi gereken yerde, inanç adına susturmayı tercih etmiş; eleştiriyle karşılık verilmesi gereken yerde, tekfir yolunu seçmiştir. Bu tavır, sadece felsefeye değil, aynı zamanda aklın ve bireysel sorgulamanın kendisine de bir saldırıdır. Zira akıl yürütmeyi sınırlandırmak, gerçeği yalnızca vahiy ile sınırlamak, insan zihnini köreltmekten başka bir şey değildir.
Bir filozof olarak Gazzâlî, derinlikli analizler yapabilecek kapasiteye sahipken, bu gücünü açık akıl yürütmeye değil, dogmanın duvarlarını sağlamlaştırmaya adamıştır. Oysa hakikat, tek bir kaynağa indirgenemeyecek kadar karmaşık, düşünce ise sadece inançla şekillenemeyecek kadar özgürdür. Gazzâlî'nin yaklaşımı, aklı önce kabul ediyor gibi görünse de nihayetinde onu, inancın süzgecinden geçmeye mahkûm eder. Bu yaklaşım ise filozofun görevi olan hakikatin peşinden gitmeyi değil, belirli bir hakikati savunmayı meşrulaştırır.
Felsefeyi “sapkınlık” olarak görmek, insanlık tarihinin en büyük düşünsel mirasını yadsımaktır. Gazzâlî'nin bu tutumu, özellikle İslam dünyasında felsefî düşüncenin sonraki yüzyıllarda marjinalleşmesine, eleştirel düşüncenin bastırılmasına ve özgür aklın zayıflamasına zemin hazırlamıştır. Bu yönüyle, felsefeyi tehlikeli bulan bir düşünürün kendisi, düşünce dünyası adına daha büyük bir tehlikeye dönüşmüştür.
Gazzâlî kendini ve kendi varlığını inkar etmekte, onu Gazzâlî yapan kendi döneminin önceki filozoflarıdır. Hemen her filozof öncekilerden, şeylerden etkilenmiştir.
Gazzâlî, kelamın ve tasavvufun kesiştiği noktada öyle bir dil kurar ki, hem aklı yüceltir gibi görünür hem de onun sınırlarını çizerken ipleri yalnızca kendi elinde tutmak ister. “Akıl” der, ama o akıl, yalnızca kendi süzgecinden geçerse muteberdir. “Marifet” der, ama o marifet, ancak onun gibi düşünenlerin eline yakışır. Gazzâlî’nin dili, zarif ve etkileyicidir; lakin bu zarafet, çoğu zaman karşıtlarını küçümsemenin örtüsüdür. Felsefecileri 'dalalette', sıradan insanları ise 'idrakten mahrum' addetmesi, kendi hakikati dışında kalan her şeyi bir tür sapkınlık olarak görmesinden kaynaklanıyor.
Buraya kısa bir not düşeyim; kendisi inanılmaz akıllı, muhtemeldir ki aklına o kadar güveniyor ve kendini öyle bir safhaya getirdiğini düşünmüş olacak ki onun dışında ve belirttikleri dışında (peygamberler, sûfîler) kimse bir şeyi kavrayamaz.
Bu bakış, derin bir bilgiye değil, tekelci bir hakikat anlayışına dayanır. Aklı hem kullanır hem sınırlar; onu hem över hem küçültür. Bu çelişkiyi ise kelam oyunlarıyla, ikna değil iz bırakma niyetiyle örtüyor. Gazzâlî’nin felsefeye açtığı savaş, her ne kadar makam arzusunu inkar etmeye kalkışsada aslında kendi sûfî makamını mutlaklaştırma arzusudur. Onun “ustaca ikna kabiliyeti”, çoğu zaman hakikatin değil, kendi otoritesinin hizmetindedir. Ve bu nedenle, Gazzâlî’nin dili hem büyüleyici hem de tehlikelidir.
Bazı filozof ya da halk arasında "âlim" sayılan kimselerin, akıl yürütme sanatlarıyla, diyalektiğin cilasıyla, sorgulama zahmetine katlanmayan insanları kolaylıkla etkilediğine defalarca şahit oldum. Aklı kıt, idraki zayıf olanlar; yalnızca karşısındaki kişinin düzgün konuşmasına, karmaşık terimlerle süslü sözlerine, otoriter tonuna kanarak onu örnek almaya, hatta kutsamaya kadar vardırabiliyor işi. Bu durum yalnızca Gazâlî'nin dönemine mahsus bir cehalet izdüşümü değil, günümüzde de aynı körlükle devam ediyor. Bugün hâlâ ekranlarda, kürsülerde, sosyal medyada “bilge” diye yaftalanan bazı şahısların, aslında boşlukla yankılanan düşüncelerini süslü kelimelerle pazarladığına tanık oluyoruz.
Gazâlî’nin metinlerini okurken fark ettim ki, kendisinin döneminde ilim insanı olarak bilinen kimselere yönelttiği ağır eleştiriler, büyük ölçüde kendi içinde de var. Akıl yürütmeyi küçümserken bir yandan diyalektiği ustalıkla kullanması, felsefeye savaş açarken kendi fikir sistemini kurmak için filozoflara yaslanması, bir nevi kendi inşa ettiği yapının da temelini sarsıyor. Kendinden öncekileri "dalalette" bulurken, onların kullandığı yöntemlere fazlasıyla başvuruyor. Bu çelişki, onu samimi bir eleştirmen değil, yer yer kurnaz bir taktikçi konumuna düşürüyor. Yani akıl yoluyla elde edilen metafizik sonuçları batıl sayar. Ancak aynı Gazâlî, mistik sezgiyi doğrudan tecrübe edilen bilgiyi öne çıkarırken, aklı bir araç olarak yine kullanır. Bir yandan aklı küçümser, öte yandan o küçümsediği aracı kullanarak bir dünya görüşü inşa eder. Bu durum, onun eleştirilerini tutarsız kılar; çünkü saldırdığı zeminle, üzerine bastığı zemin aynıdır.
İnsanların fikirleri değil, onların nasıl söyledikleri daha çok alıcı buluyor bu çağda da. Akıl, ancak biçim bulduğunda fark ediliyor; içerik, anlam, çelişki arayışıysa neredeyse tamamen terk edilmiş durumda. Bugün Gazâlî’nin ardında bıraktığı bazı yargıların hâlâ mutlak doğru gibi sunulması, bu eleştirel boşluğun ne kadar derin olduğunu gösteriyor. Düşünmeyi terk eden bir toplum için, sözün ustalığı hakikatin yerine geçiyor.
Gazzâlî’ye göre İslâm toplumunun mutlaka "meşru bir halifeye" sahip olması ideal olsa da, günümüz şartlarında bu mümkün değilse toplumsal düzeni sağlayacak başka yollar da onun açısından meşru görünüyor.
Sultan'ın verdiği emir üzere ısrar etmeyip, kendi deyimiyle "yalnızlığa itilerek gözden düşecektim" korkusuyla kabul edip harekete geçiyor. Yine takip eden satırlarda kendisinin hiç bir iradesinin olmadığını, tamamen Allah'ın "yapıp ettirdiğini" iddia etmektedir.
Gazzâlî islamiyette bilimi durma noktasına getiren, hatta durduran Moğollar ve Haçlı seferleri kadar etkin bir rol oynamasada akla ve düşünceye ket vurması muhakkak etki etmiştir.
Filozoflar, yalnızca eşyayı gözlemleyip anladıkları ölçüde tasavvur ettiklerini söylüyor.
Hayır, filozof gözle yetinmez; gözüyle gördüğünü tasavvur diye sunmaz. Göz, hakikatin sadece yüzünü tanır; oysa filozof, yüzü yırtıp kemiğe ulaşmak ister.
Tasavvur, çıplak bir bakışın işi değildir; o, aklın çelik pençesiyle görünmeyeni yoklamaktır. Gözlem, düşüncenin mezar taşı olabilir; eğer onun ötesine geçemezsen, gördüğün şey seni zincire vurur.
Filozof, görünenle yetinen değil, görünmeyeni zorla konuşturandır. Tasavvur, aklın kurşun döktüğü, sezginin kan izlerini sürdüğü bir avdır. Gerçeğin maskesini düşürmeden, onu gerçekten tasavvur ettiğini sanmak; karanlığı bir gölge sanmak gibidir.
el-Kıstâsü'l-Müstakim (Düşüncenin Doğru Ölçüsü) üzerine
Gazzâlî’nin Ölçüleri ve Aklın Tasfiyesi: Bir Eleştiri
Gazzâlî, Kur’an’dan yola çıktığını iddia ederek aklı, bireysel düşünceyi ve felsefeyi sistematik biçimde dışlayan; ölçüyü yalnızca peygamberlere has kılan; bireysel aklı şeytanın ölçüsü olarak yaftalayan bir epistemoloji kurar. Onun bu tavrı, görünürde Kur’an’a yaslanır, ancak gerçekte Kur’an’ın temel çağrısını, yani insanı bizzat düşünmeye, akletmeye ve sorgulamaya davet eden özünü örtbas eder. Gazzâlî, “ölçü”yü tanımlarken aslında aklı değil, vahyi merkeze alır; fakat bu vahiy yorumunun tekeli olarak da yalnızca peygamberi ve geleneği görür. Böylelikle bireysel akıl ortadan kaldırılır; düşünce suç, sorgulama sapkınlık, bireysel muhakeme ise şeytana ait bir araç olarak sunulur.
Gazzâlî’ye göre ölçü üçtür: teadül (denge), telazüm (zorunlu bağlılık), teanüd (tutarlılık). Sonra bu denge ölçüsünün beşe çıktığını ifade eder: büyük, orta ve küçük olmak üzere üç farklı denge noktası tanımlar. Bu sınıflama, zahiren ince bir ölçüsel duyarlılığı çağrıştırsa da, felsefi açıdan sorunludur. Çünkü bu ölçüler, evrensel aklın değil, geleneksel anlayışın kabullerinden türetilmiştir. Söz konusu ölçüler, mantığın kendi yapısından değil, ahlaki ya da metafizik kabullerden devşirilmiştir.
Klasik mantıkta ise ölçü denilince, önerme ve çıkarım kuralları, geçerlilik ilkeleri ve zihnin kendi içsel tutarlılığı anlaşılır. Aristo’dan İbn Sînâ’ya, Farabî’den Descartes’a kadar uzanan çizgide ölçü, insan aklının kendine ait iç disipliniyle inşa edilir. Gazzâlî ise ölçüyü içerden değil, dışsal bir otoriteden —peygamberden— alır. Bu durumda mantık, kişisel değil, vahye indirgenmiş bir aygıta dönüşür. Öyleyse burada artık akıl değil, taklit hüküm sürer.
Gazzâlî’nin bireysel görüşü şeytana izafe etmesi, onu felsefenin tüm damarlarından ayıran en belirgin özelliğidir. Gazzâlî, “akıl yürütme şeytanın aracıdır” derken, Tanrı’nın insana bahşettiği en büyük nimet olan aklı, düşmanın silahı ilan eder. Oysa Kur’an’da “Hiç düşünmez misiniz?”, “Aklınızı kullanmaz mısınız?”, “Ölçüp tartın”, “Sakın körü körüne uymayın” gibi yüzlerce ayet, doğrudan bireyin kendi düşünce sorumluluğunu işaret eder. Bu durumda, Gazzâlî’nin bireysel aklı şeytanlaştırması, doğrudan Kur’an’ın açık emirleriyle çelişmektedir.
Ayrıca Kur’an’ın geçerliliğini yalnızca kendi içinde gösterdiğini iddia etmek, epistemolojik açıdan kısır döngüdür. “Kur’an doğrudur çünkü Kur’an kendisini doğru ilan eder” demek, bir metni hem savcı, hem delil, hem hâkim, hem tanık olarak ilan etmektir. Bu tür bir dairevi akıl yürütme, klasik mantıkta geçersizdir. Delil, dayandığı önermeden bağımsız olmalıdır. Oysa Gazzâlî’nin savunduğu sistemde hem vahiy, hem onun doğruluğu, hem ölçü, hem de yorum yetkisi vahiy sahiplerine ve onların yorumcularına verilmiştir. Bu, kapalı bir dogma sistemidir; sorgulanamaz, değiştirilemez ve insan aklını gereksizleştirir.
Peki bu beş ölçü —teadülün katmanları da dahil olmak üzere— insanı geliştirebilir mi? Bu ölçülerin hiçbirinde insanın kendi tecrübesine, bireysel sezgisine ya da özgün akıl yürütmesine yer yoktur. O hâlde bu ölçüler, insanı geliştirmez; bilakis onu zayıflatır, başkalarına bağımlı hâle getirir, düşünme yetisini köreltir. Bu ölçüler, insanın kendi zihinsel disiplinini oluşturmasını değil, dışsal otoritelere tabi olmasını sağlar. Gelişim, özgürlükten doğar; özgürlük ise düşünceyle mümkündür. Gazzâlî’nin sistemi, tam aksine, düşünceyi imha ederek bağlılık üretir.
Bu bağlamda, bireysel akıl ve düşünce olmadan ne hakikat aranabilir ne de yanlışlardan sakınılabilir. Eğer insan kendi aklıyla hakikati aramaktan men edilirse, ona sunulan her şey, ister hakikat ister yalan olsun, kabulden ibaret kalır. Hakikat ancak çileyle, kuşkuyla, denemeyle ve yanılmayla ortaya çıkar. Gazzâlî ise bu çileyi, bu kuşkuyu, bu sorgulamayı şeytan işi sayar. Bu yaklaşım, insanı saf ve edilgen bir alıcı, din adamlarını ise tek otorite hâline getirir. Bu bir inanç değil, bir itaat düzenidir.
Sonuç olarak, Gazzâlî’nin ölçü sistemi, felsefeye değil, itaate hizmet eder. Kur’an’a dayandığı iddiası ise, Kur’an’ın bizzat akla ve düşünceye yaptığı çağrıyla çelişir. Bu sistem, hakikati değil, otoriteyi; düşünceyi değil, teslimiyeti kutsar. Ve her otorite gibi, kendi ölçüsünü evrensel ilan ederek düşünceyi suç hâline getirir.
Bu nedenle Gazzâlî, derinliği kadar tehlikeli bir zihin kurar: İnsanı Tanrı adına susturan, peygamberi otoriteye dönüştüren, aklı ise şeytanla eşitleyen bir düzen inşa eder. Bu düzenin adı iman değil; düşünceye karşı yürütülmüş başarılı bir savaştır.
Bir Zihnin Tutarsız Haritası
İslam düşüncesinin büyük ismi olarak bilinir Gazzâlî. Ancak bu büyüklük, bir hakikatin ayakları üzerinde mi yükselir, yoksa devasa bir zihinsel gelgitin ortasında mı salınır, işte bu tartışmalıdır. Çünkü Gazzâlî'nin eserlerine yakından bakıldığında, karşımıza çıkan şey bütünlüklü bir düşünce değil, çelişkilerle örülmüş bir zihin labirintidir.
Bir yandan felsefeyi "sapkınlık" ilan eder, filozofları tekfir eder, aklı sınırlandırır. Ama öte yandan felsefenin diliyle konuşur, mantığın araçlarını kullanır, epistemolojik sorgulamalarda filozofları aratmaz. Hem Tehâfütü’l-Felâsife’de felsefeyi yerle bir eder, hem de Maqâsıdü’l-Felâsife’de onların yöntemlerini en ince ayrıntısına kadar aktarır. Sorulmalı: Madem sapkındı bu yollar, neden adımlarını oraya sürmeyi seçtin?
Akıl bir yerdedir, vahiy başka yerde. Bazen aklı yüceltir, mantığı olmazsa olmaz kılar; bazen halkın akıl yürütmesini tehlikeli bulur, aklı susturur. Bu, sadece metodolojik bir gerilim değil, bir ahlakî çelişkidir de. Akla hem güvenip hem onu sınırlandırmak, hakikati hem sevmek hem de ondan korkmak gibidir.
Tasavvufa yönelir. Sezgiye sarılır. Kalbin keşfini aklın yerini alacak bir hakikat yolu olarak sunar. Ama aynı zamanda şeriatın kalıplarından asla vazgeçmez. Şeriatın dışına çıkanın helak olacağını söyler. Peki sezgiyle elde edilen bilgi, şeriatın terazisinde nasıl tartılır? Tartılırsa, bu sezgi değil; tartılamazsa, bu şeriat dışılık değil midir?
Zühdü över, dünyayı küçümser, geçiciliği vurgular. Ama aynı metinlerde sultana bağlılığı öğütler, siyasetin istikrarı için zalime bile boyun eğmeyi önerir. Zalim bir sultana karşı susmak; bu mudur Gazzâlî’nin adalet anlayışı? Sustum çünkü fitne çıkmasın, der. Oysa susulan yerde fitne zaten yeşermez mi?
Kadına gelince, orada da tutarsızdır. Bir yandan onu akıldan, dinden eksik sayar; öte yandan ahlaki olarak terbiye edilebilir, erdemli hale gelebilir bir özne olarak görür. Hem değersiz hem eğitilebilir? Bu, ya kadını küçümseyen bir kibir ya da düşünsel bir savrulmadır.
İman ve amel ilişkisi de bir başka muammadır. İmanı kalpte bir nur gibi tarif eder, amelin ise bir kabuk olduğunu söyler. Fakat ardından amel olmadan kurtuluşun mümkün olmayacağını söyler. Hangisi belirleyicidir? Kalbin niyeti mi, bedenin davranışı mı? En ironik olan ise bâtınî akımları eleştirmesidir. Zahiri bilginin ötesine geçmeyi sapkınlık sayar, ama kendi tasavvuf anlayışında bâtınî sezgiye sarılır. Keşf, ilham, içsel sezgi derken bâtıniliğin tam kalbine yerleşir.
Gazzâlî’nin düşünce yapısı, modern anlamda bir sistem değil; daha çok savrulan bir bilinç akışıdır. Her çelişkisini dönemsel bir gerekçeyle açıklamak mümkündür belki, ama o zaman da ortada hakikat adına ne kalır? Sorgulayan bir zihin için bu çelişkiler sadece tarihsel bağlamla izah edilemez. Çünkü bir düşünür, savrulmalarını sistem gibi sunmaya kalkıştığında, kendisiyle birlikte takipçilerini de yanıltır.
İşte bu yüzden, Gazzâlî'nin külliyatı aynı anda hem büyüleyici hem tedirgin edicidir. Çünkü hakikati ararken, hakikatin üzerini örten fikir perdeleri arasında kaybolmuştur. Sorduğu sorular kıymetlidir, ama verdiği cevaplar çoğu zaman başka bir suskunluğun maskesidir.
Gazâlî, doğa yasalarını mutlaklaştıran Yunan felsefesine karşı çıkar; ona göre evrende gerçekleşen her olay, doğrudan Allah’ın iradesiyle meydana gelir. Bir taşın yere düşmesi ağırlığından değil, Allah’ın bu fiili her an yaratmasındandır. Nedensellik, bu yaklaşıma göre fiziksel yasaların değil, ilahî iradenin bir sonucudur. Bu düşünce tarzı, bilimsel düşüncenin temel ilkesi olan nedenselliği askıya alır ve doğa bilimlerini, deney ve gözleme dayalı olmaktan çıkararak teolojik yorumlara teslim eder. Böyle bir zeminde deneysel bilimlerin gelişmesi mümkün değildir; çünkü doğa artık gözlemlenebilir bir düzen değil, sürekli ilahî müdahaleye açık bir muammadır.
Gazâlî’nin düşünce sistemi, bireysel ahlak, ibadet ve nefis terbiyesine büyük önem verir. Ancak bu vurgu, toplumsal adalet, siyasal katılım ve kamusal erdem gibi meselelerin gölgede kalmasına neden olur. Erdemli birey fikri güçlüdür, fakat erdemli toplum inşası konusunda ciddi bir boşluk söz konusudur. Adalet, hukuk, özgürlük gibi kavramlara dair kapsamlı ve kamusal bir felsefe geliştirmemiştir. Bu yönüyle Gazâlî, mistik bir bireyciliği tercih etmiş; kamusal etiği ve siyasal sorumluluğu ihmal etmiştir.
Siyasî otoriteye karşı çıkmak ona göre fitnedir. En kötü yöneticiye dahi başkaldırmak, toplumun birliğini bozmak olarak görülür. Bu anlayış, “zalim de olsa itaat et” ilkesini meşrulaştırır. Sonuç olarak Gazâlî’nin bu yaklaşımı, otoriter sistemlere dinî bir zemin sunmuş ve halkın yöneticilerini sorgulama hakkını elinden almıştır. Düşünen insanı pasifleştirmiş, itaatkâr bireyi kutsamıştır.
Filozofların Tutarsızlığı adlı eserinde, Gazâlî dönemine kadar yaşamış filozofların ilahiyat alanındaki görüşlerini tutarsızlıkla suçlar. Ancak eğer sadece Müslüman filozofları hedef alıyorsa, bu durum kendi içinde çelişkilidir. Zira tutarsızlıkla suçladığı söylemler, zaman zaman kendi metinlerinde de belirmektedir. Zayıf akıllıların kolay kandırılabileceğini ifade ederken, kendisi de argümanlarını bu kitleyi hedef alarak şekillendiriyor gibi görünmektedir. Ortaya koyduğu düşünsel sistem, İslam’ı hem maddi hem manevi olarak daraltmış, onu sorgulanamaz bir dogma hâline getirme riskini doğurmuştur.
Gazâlî, insanların sorgusuz sualsiz iman etmesini ister gibidir. Oysa iman, ancak sorgulayan bir aklın sonucunda kazanıldığında kıymetlidir. Körü körüne inanmak, imanı güçlendirmez; aksine onu yüzeysel ve savunmasız bırakır. Sorgulayarak ulaşılmış bir inanç daha derin, daha samimi ve daha sarsılmazdır.
Yazılarında yer yer öfkeye kapıldığı izlenimi bırakır. Oysa bir filozofun veya düşünürün dili adaletli, tavrı dengeli olmalıdır. Tüm bunlara rağmen Gazâlî’nin diyaloğa dayalı düşünce yapısı, Sokrates’i anımsatır. Diyalektik gücü, analitik ve sentetik zekâsının ürünüdür. Bu zekâ elbette bir meziyettir; ama bu meziyet, kendi hakikatini mutlaklaştırma hakkı vermez.
Ben ne sentetik ne de analitik bir zekâya sahip olduğumu düşünüyorum. Yalnızca zihnimde dolaşmaktan haz alıyorum. Bu yüzden hiçbir filozofun düşüncesine mutlak doğru muamelesi yapmıyorum. Her düşünce çabası bir adım, her eksiklik bir çağrı gibidir. Gelecek nesiller düşünceyi devralır, eğer felsefe yapmaya cesaret ederlerse.
Felsefe, güçlü toplumların mayasıdır. Tartışan toplum, gelişen toplumdur. Tarihte en verimli filozoflar, yalnız olduklarında değil, düşünsel diyalog ortamı bulduklarında ortaya çıkmıştır. Bugün hâlâ o filozofların ışığında yürüyorsak, onların düşünmeye açtığı yollar sayesindedir.
Yalnızca sezgi ile akıl mı olur yahu?
Yorumlar
Yorum Gönder