"Ben yapamadım, o yapsın." "Benim çektiğimi çekmesin."
"Ben yapamadım, o yapsın."
"Benim çektiğimi çekmesin."
İyi niyetin yaldızlı sözleri… Ama aynı zamanda görünmez bir tuzak. Anne-babaların, kendi hayal kırıklıklarını, yarım kalmış umutlarını, boğazlarında düğümlenmiş “keşke”lerini çocuklarının omuzlarına yüklemesinin başlangıç noktası. İyilikle başlar her şey; acı çektirmemek, daha iyi bir hayat sunmak, çocuklarının önündeki taşları temizlemek… Fakat “daha iyi”nin tanımı, çoğu zaman ebeveynin kendi kırık hayallerinden yapılmış bir mozaiğin sınırlarından ibarettir.
Çocuk, kendi olma hakkını, hata yapma özgürlüğünü, yanlış seçimlerin öğretici acısını, “başarma” kutsalı uğruna kaybeder. Bir birey olmaktan çıkar, ebeveynin “tamir projesi”ne dönüşür. Ve bu proje, ruhu yaratan değil, törpüleyen bir inşaat gibidir.
Böyle büyüyen bir çocuk, sevgiyi koşula bağlamayı öğrenir: “Başardığım sürece seviliyorum.” Bu, ruhun en derin katmanına kazınan görünmez bir yara izidir. Yetersizlik duygusu, kronik kaygı, mükemmeliyetçilik, kimlik bunalımları, ani öfke patlamaları… Ve daha kötüsü: ahlaki pusulanın bozulması. Çünkü amaç, “doğru” olanı yapmak değil, “başarmak” olmuştur. Yol, sonucun gölgesinde yok olur. Kopya çekmek, torpil aramak, başkasının emeğini gasp etmek, küçük yalanları meşrulaştırmak… Bunlar, “sonuç” adına verilen küçük tavizler değil, ileride toplumu yutacak büyük felaketlerin tohumlarıdır.
Türkiye’nin eğitim sistemi, evde başlayan bu başarıya endeksli sevgiyi resmî politikaya dönüştürür. Çocuk artık bir birey değil, bir puandır. Okullar, “insan yetiştirme” değil, “sınav kazandırma” fabrikalarıdır. Öğretmenler bile çoğu zaman bu değirmenin çarkları arasında sıkışıp kalır. Çocuk, evde “doktor/mühendis/avukat” olma baskısıyla, okulda “en yüksek puanı al” baskısı arasında ezilir. İki taraftan sıkışan ruh, ya kırılır ya da “başarmak için her yol mubahtır”ın karanlık limanına sığınır.
Ve bu ruhlar büyür. Kimisi ülkeyi yönetmeye talip olur. Yönetmeye başladıklarında ise çocuklukta öğrendikleri o korkunç ders tüm topluma yayılır: “Amaç başarmaktır, yolun ne olduğu önemsizdir.”
Liyakat, erdem, adalet, şeffaflık… Bunlar “başarmaya” engel lüksler haline gelir. Rüşvet, kayırmacılık, yolsuzluk, hak gaspları… Çocukluktaki kopya çekmenin, devlet ölçeğindeki karşılığıdır. “Benim partim kazansın da nasıl kazanırsa kazansın.”
Toplumun gözeneklerine bu ahlaki erozyon sızar. Komşusuna güvenmeyen, polisine güvenmeyen, hakimine güvenmeyen, siyasetçisine güvenmeyen bir ülke ortaya çıkar.
Evde çocuğuna “doğruyu söyle” diyen baba, iş yerinde vergi kaçırır. “Ahlaklı ol” diyen öğretmen, torpille yeğenini okula yerleştirir. Kamusal ahlak ile özel ahlak birbirinden kopar. “Önce ben, önce benimkiler” anlayışı, toplumsal dayanışmayı, ortak iyiyi ve fedakârlığı bitirir. Trafikteki hoyratlık, kuyrukta kaynama, kamu malına zarar verme… Hepsinin kökeninde “önemli olan benim hızım, benim konforum, senin hakkın değil” düşüncesi vardır.
Bu zihniyet, yarını hiçe sayar. Çevre talanı, plansız kentleşme, eğitimin niteliksizleşmesi… Hepsi “bugün ben kazanayım, yarın ne olursa olsun” mantığının eseridir.
İşte bu yüzden, “ben yapamadım o yapsın” diyen her iyi niyetli ebeveyn, farkında olmadan, daha büyük bir toplumsal çürümenin tuğlasını koyar. Çocuklarımızı “başarılı” değil, “iyi” olmaya zorlamalıyız. İyi, erdemli, vicdanlı, adaletli, yolun da en az sonuç kadar önemli olduğunu bilen insan… Bunun yolu katı disiplin değil, koşulsuz sevgi, güvenli bağlanma, hata yapma hakkı ve doğruyu öğretme cesaretidir.
Eğitim sistemi, insanı sınava değil hayata hazırlamalı; eleştirel düşünen, etik değerlere bağlı bireyler yetiştirmeyi merkezine almalı. Yönetim, gücü değil hizmeti yüceltmeli; şeffaf, hesap verebilir, liyakati kutsal sayan bir yapıya dönüşmeli.
Yoksa kırık merdivenleri tırmanmaya çalışırken, o merdivenin üstüne bir de ülke inşa etmeye kalkarız. Ve o merdiven kırıldığında, yalnızca biz değil, bizden sonraki nesiller de düşer.
Kendi yaralarımızın mirasçısı yaptığımız çocuklarımız, o yaraları tüm topluma bulaştırarak büyüyor. Ve "benim çektiğimi çekmesin" derken, onlara ve hepimize, çok daha ağır, çok daha derin, çok daha toksik bir acıyı miras bırakıyoruz.
Toplum zaten çürüktü biz o çürüğü görmezden geldik, onarmadık. Zamanla kök saldı, derinleşti. Yönetenler de bu çürüğün üstüne kendi paylarını ekledi. Bugün yaşadığımız her kriz, o görmezden gelinen yaraların irinleşmiş hâli.
Ahlaki çöküş bir anda olmaz, sessiz bir erozyondur. Önce vicdanlarımızda başlar, sonra evlerimize, okullarımıza, sokaklarımıza ve en sonunda devletin damarlarına kadar yayılır. Ve bir gün, bu çürüme sıradanlaşır; haksızlık, alışkanlığa dönüşür. İşte en tehlikeli an, budur.
Bu nasıl başladı?
Baskı ile!
Baskı, görünürde itaati getirir ama derinlerde yavaş yavaş bir zehri işler: karşıt tepkiyi. İnsanın doğası, zorlandığında direnmeye, emir aldığında sorgulamaya, zorla yönlendirildiğinde tam tersine gitmeye meyillidir. Bir tohumun betona sıkıştırılması nasıl kökünü başka yöne iterse, baskı da insanın iradesini bambaşka yollara yöneltir.
Yönetim sanatı, yalnızca “ne yapılacağını” söylemekten ibaret değildir; “neden yapılacağını” hissettirmek ve insanın kendi iradesiyle o yolda yürüyebilmesini sağlamaktır. Çünkü baskıyla alınan sonuç, gerçek bir kazanım değil, gecikmiş bir patlamanın sessiz provasıdır. Tarih, zorbalığın gölgesinde büyüyen toplumların ya yıkılışını ya da isyanını yazar. Zorla dayatılan düzen, uzun vadede kendi celladını yetiştirir.
Liderlik, korkuyla hükmetmek değil, güvenle yön vermektir. Bir toplumun yasaları da, kurumları da, değerleri de baskıyla ayakta durmaz, insanın içsel kabulüyle kök salar. İnsan, kendi aklıyla ve vicdanıyla onayladığı şeye sadık kalır; dayatma ise onu, bir gün mutlaka, tersine döndürür.
Bu, yalnızca devlet yönetiminde değil, ailede, okulda, hatta dostluklarda bile geçerlidir. Çocuğunu sürekli yasaklarla büyüten bir aile, ona ahlakı değil, gizliliği öğretir. Yasaklanan şey, cazibesini artırır; gizlenen şey, büyür. Öğrencisine düşünme fırsatı tanımayan bir eğitim sistemi, itaatkâr bireyler değil, gizli öfkeler yetiştirir. Arkadaşına sürekli ne yapması gerektiğini söyleyen biri, farkında olmadan onu uzaklaştırır.
Baskı, bir ilişkiyi de, bir toplumu da görünürde kontrol altında tutar ama görünmeyen yerde direniş birikir. Bastırılan düşünce, susturulan söz, engellenen irade, kendine gizli bir çıkış yolu bulur. Ve o çıkış yolu, çoğu zaman daha sert, daha yıkıcı olur.
Gerçek güç, bastırmakta değil inandırmakta saklıdır. Bir lider, bir anne-baba, bir öğretmen, hatta bir dost, baskının değil, iknanın yolunu bilmelidir. Çünkü ikna edilen insan, yolun sonunda hâlâ seninle yürür, zorlanan insan ise ilk fırsatta senden uzaklaşır.
Baskı, insan üzerinde sonuç getirmez, zamanla farklı eğilimlere yönlendirir, saatli bombaya benzesede ne zaman patlayacağı belirsizdir. Kimi insan siner ve durumu kabullenir, kimi ise başkaldırır ve bunun olumsuz sonuçları ile baş etmeye çalışırken farklı kişiliklere bürünebilir.
Yorumlar
Yorum Gönder